17 Şubat 2010 Çarşamba

Saat 00:28…Aklımdan geçerken düşünceler yakalamaya çalışıyorum. Bir ezgi yankılanıyor odamda. WASP tan Sleeping in the Fire ile başladım Dream Theater’dan Finally Free ve Space Dye-Vest ile devam ediyorum. Aslında düşüncelerimi sadece notalara aktarabilirim şu an ne kelimeler ne cümleler ne de sözler yetmez. Ancak yazmak zorundayım...
Sigaramın dumanı arkasından akıp giden düşüncelerimi okuyorum becerebildiğim kadar. Kimse yok yalnızlığımla yine baş başayım hep olduğum gibi. Ruhum mavinin her tonunda ışıldıyor bir kez daha.
Dün gece bir, çok yakın arkadaşım Buketten fırça yemiştim. Bana şunları söylemişti.
“Hayatında bir kere de plan yapma ve noolursun sana yalvarırım düşünmeden bir şey yap içinden geldiği gibi. Bugüne kadar yetmedi mi olanlar? Senin asla yıkmadığın tabuların ve prensiplerin var. Asla mutlu olamayacaksın. Bir kez olsun beni dinle ve düşünmeden hareket et içinden geldiği gibi…”
Haklıydı ben hep planlıydım ve hayatımı mükemmeliyete adamıştım. Hep istediğimi elde ettim. Ama asla kadere engel olamadım. Senin inanmadığın o şeye...
Şu anda çalan solo aslında her şeyi anlatıyor, içimden kopup giden o şeyleri ifade etmeye…
Xxxxx! Bu sana anlatacaklarımdan sonra bana nasıl davranırsın bir fikrim yok ve açıkçası umurumda da değil. Ben zaten kaybedeceğimi kaybettim. İçimdeki mavi denizler dondu ve ruhum şu anda buzlarla kaplı. Beni zorlu bir gece bekliyor. Ağlamasını becerebilsem yapardım ama ben ağlayamayanlardanım. Merak etme yapmayacağım da.
Az önce arkadaşımla yaptığımı söylediğim konuşma senin üzerineydi. Günler günleri kovaladı ve hislerim senin hakkındaki kendi yolunu buldu. Sana bu gece anlattığım ya da anlatmak istediğim şey… Bir insan bu denli hissetmeden böyle bir şarkıyı nasıl yapabilir ki? Gizemden sonra ben kimsenin yüzüne bakmadım. Arkadaş çevrem yanlış yaptığımı söylüyordu. Sonunda bir kez olsun dedim yap. Evet, sana ben âşık oldum mavi meleğim. Affet beni ancak engel olamadım. Ben hayatımda 2 yıl sonra birine âşık olmaktan korkmuyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim yok artık, kalmadı. Sen benim için hep çok özeldin ve öyle de kalacaksın. Bana bir şey gösterdin. Yeniden birini sevebileceğimi. Senin için aklımdan geçeni yazıyorum şimdi hislerimi.
Bir hükümdarlık düşün. Uçsuz bucaksız diyarlar boyu toprakları olan. Elmastan bir şato ve sen de buranın kraliçesi. Mutlu insanların buzdan kraliçesi. Kralsız prenssiz. Emrinde binlerce uğrunda öl deyince ölebilecek askerleri olan. Tahtında yalnız. Bense bir kılıç. Dünyanın en keskin en harika en görkemli kılıcı. Nice orduları dize getirmiş kanlar içmiş. Ben senin tahtının yanında duruyorum. Ben senin ellerinde güçlüyüm. Bunları düşündüm hep gecelerce…
Şarkını ne olursa olsun yapıp vereceğim sana. Seni tanımak ve bunları hissetmek benim için bir onurdu. Ne bir beklentim var ne de bir kırgınlığım. Sen nasıl devam edersen bundan sonra öyle olacak. Bunları da bir daha ne yazacağım ne de dile getireceğim. Tüm kalbim senindir karakterinin önünde diz çöküyorum.
Dream Theater Space Dye-Vest biterken tüm içimdekileri anlatamasam da bu Low Mans Lyric tadındaki yazıyı noktalıyorum.Affet beni….Özür dilerim….Bana kafede açıkça söylediklerin için de kendini suçlama.Bilemezdin…







İlk kapıdan girdiği günün üzerinden yaklaşık 3 ay kadar geçmişti. Havalar iyice soğumaya başlamıştı. Ancak ben nedense içimde bir yerlerde sıcacık şeyler hissediyordum anlam veremediğim. O gün daha ona ilk baktığım anda içimden bir şeyler bana farklı olduğunu fısıldamıştı. İşin ilginci aynı şeyleri kendi içindeki de ona söylemişti. Birbirimize benzediğimizi ve özel olduğumuzu o anda anlamıştık. Ancak işte hep dediğim gibi mantığın adamı olan ben bu fısıltıları yine duymazlıktan gelmeye inat etmiştim. Yıllar önce kalbimi beton bir yığın içerisine gömmüş ve onu karanlık dört duvar arasında aç susuz öylece bırakmıştım. Gecelerce çığlıklarını dinlemiş ve bu yaptığımla gurur duymuştum. Ancak ne kadar bu böyle olmuş olsa da bana bir kere daha bulunduğu o fare deliğinden bir şeyler anlatmaya çalışmıştı. Haklıydı da. Ama ben bunu kabullenmek istememiştim.
Buket’le konuşmamdan bir gün sonraydı. O konuşmada kafamı kurcalayıp beynimi bir mermi gibi delip geçen bir şey de söylemişti.”Yarın bir gün böyle beklemeye devam edersen sana birinden hoşlandığını anlatacak bu çok mu hoşuna giderdi?”Bu cümle beni adeta deliye çevirmişti. Bir önceki o beraber geçirilen akşamın hala sarhoşluğu üzerimdeydi. Ellerine dokunabilmiştim. İlk defa. Boynuna sarılabilmiştim. İlk defa. Ellerine dokunduğum o an hissettiklerim paha biçilmezdi. Eşi benzeri yoktu. Sanki bulutlara dokunuyordum. Sonsuz karanlığımı yarar geçercesine bir tatlı aydınlık; içimdeki o yanardağı sonsuza dek sustururcasına bir huzur vardı o dokunuşta benim için. Uysallaştırılmış bir hayvandım onun yanındayken sanki. Tüm endişelerim yok olup gidiyordu hayata dair. O benim uyuşturucumdu ve her seferinde ona biraz daha fazla alışıyordum ondan her bir doz daha aldığımda… Birçok şeyden kaçılabilirdi hayatta. Ama insan kendinden, kendi gerçeğinden kaçamazdı. Bunu en iyi bilenlerden biri de bendim üstelik. Ancak bu tanıdık duyguyu kabullenmek istememiştim uzun zaman sonra. Kendi açımdan çünkü bu bir zayıflıktı ve olanaksızdı. Olmamalıydı. Kendimi iyi tanıyordum ve bazı şeyleri kabullenmek zorunda olduğumun artık farkındaydım.
Saat 21.00. Yatakta öylecesine uzanmış bilgisayarın boş ekranını izliyordum. Hislerimde tanımlayamadığım, adlandıramadığım bir tuhaflık hâkimdi. Evde yalnızdım. Eski dost Kargo’dan birkaç tanıdık şarkı çalıyordum. Sonra seslice konuşmaya başladım Tanrıyla. “ Bugüne kadar belki de beni hep korudun. En az zarar göreceğim biçimde sıyrılmamı sağladın. Haydi! Bir kez daha benim yanımda ol ve bana mucizeni göster.”5 dakika geçmeden ekranda onun ismini gördüm. Heyecanla koşup baktım. Evde canı sıkıldığını ve benimle dışarıda gezmek istediğini söylüyordu. O anda şükrettim evet belki de bu bir mucizeydi. 22.00 gibi buluşmaya anlaştık. Sarhoşluğum daha da artmıştı. İlk defa bir akşam vakti baş başa sokağa çıkacaktık. Nette gördüğüm bu durumu bilen uzun yılların eskitemediği çok yakın bir dostuma anlattım. Bunun belki de beklediğim mucize olduğunu söyledim. Bana yapmam gerekeni bildiğimi ve gidip sadece yapmamı söyledi. Evet, daha önce yaptığım bazı hataları bir kez daha tekrarlayamazdım. Asla bugüne dek pişman olmamıştım onun yerine yaptığım hataları kabullenmiştim. Çünkü benim için pişmanlık sadece aptalların kendini teselli etme yöntemiydi. Aynı yanlışları yeniden yapsaydım hem kendimi affetmez hem de diğerlerinden bir farkım kalmazdı. Bu kez kaderimi yönlendirmeliydim. Manowar’dan Mountains la kendimi hazırladım ve hayatın tuvaline kaderimi resmetmek üzere evden çıktım. Yalnız unuttuğum bir şey vardı ki; o da tek fırçanın benim elimde olmadığıydı. Çok yukarılarda birileri benden önce çizmeye başlamıştı…

I have no fear
Death and glory
Both draw near
Like a man is a mountainside
Greatness waits for those who try
None can teach you, it's all inside
Just climb
Mountains – Manowar
Mc Donalds’ın önünde bekliyordum ama açıkçası tahammülüm kalmamıştı. O birkaç sayılı dakika benim için o denli uzun gelmişti ki. Saniyelere küfür edip kovalıyordum. Derken uzakta gözüktü masmavi bir parıltı. Bu oydu. Beni seçemedi önce. Çünkü daha önce hiç kimse için çıkarmadığı lensleri o anda yoktu. Yeşil yeşil kısık gözlerle bakıyordu benden içeri derinlerime. Bana bir söz vermişti. Benim için bir gün gelip kendi gözleriyle bana bakacağına. Sözünü tutmuştu. “Sana söz verdiğim gibi” dedi. “Olduğum gibi geldim. Lenslerim yok gözümde. Başka da daha önce hiç çıkarmadım kimse için.” Çok daha mutluydum. Biraz kaldırımları eskittik, biraz lafladık şundan bundan. Ama konuşulanları hatırlamıyorum ki şu anda bir türlü. Çünkü benim için önemli olan sadece yanımda olmasıydı. BENİM yanımda olması. Tüm gerçekliğiyle. Beynimde Axel Rudi Pell ve o eşsiz balladı... Forever Angel yankılanıyordu arka plandan, bana eşlik ediyordu. Yorulup bir banka oturduk. Gözlerinin içine bakmaya utanıyordum. O denli güzellerdi ki. İyice içinde kaybolup gitmekten korkuyordum. “Bak sana filmler getirdim nasıl seversin bilemiyorum tarz olarak ama bir izle bakalım ben bunları seçtim senin için…” Söyledikleri de umurumda değildi ki. Umurumda olan tek şey lanetli başımı omzuna yatırabilmekti ve de tabii ki kalbimi.
Masmavi derinliklerinde boğ beni meleğim.
Hadi ne olursun yap. Sana ait olmak istiyorum.
Zamana hükmediyorum. Dur! Ya şimdi ya da hiç…

Birkaç küçük yağmur damlası bozdu o harika anı. Bir kafeye gittik ve oturduk. Artık tam zamanıydı. Ya o anda yapacaktım ya da asla yapamayıp pişmanlıktan kaçan bir yanılgı olarak tarihe yazılacaktım. Ruhumun yanardağı sonsuza kadar da yanmaya, içimdeki hasatçı tarlalarda aşk sarıp içen benleri her seferinde toplamaya ve dağımın eteklerinde ayinler eşliğinde yakmaya devam edecekti. Önce ona ileride bir sürprizim olduğunu söyledim. Daha önce hiç kimsenin vermediği bir hediye verecektim. Ölene dek onun olacak asla bitmeyecek, eskimeyecek, her zaman beni hatırlatacak. Gözlerimi kapatıp da o ilk notaya basmış ve sadece onu düşünmüş, sonunda da ona ait bir şarkı yapmıştım. Bunu duyduğunda boynuma atlayıp sarıldı. Ama anlamış gibi görünmüyordu. Oysaki bir insan bir başkası için bu denli hissetmeden nasıl böyle bir şey yapabilirdi ki? Bana daha sonra çok mutlu edecek mükemmel şeyler söyledi. Beni asla kaybetmek istemediği her zaman her halinden belli oluyordu. Ancak benim içinse durum farklıydı. Ya tamamen kazanacaktım ya da tamamen kaybedecektim.
Kader bir fahişe, bense onun yollarında sürgüne vurulup kırbaçlanmış bir lanetli savaşçı. Çanlar çalıyordu. Az sonra olacakları hissetmeye başlamıştım. Nasıl neden hiç bilmiyorum. Derinlerimde bir yerlerde o tuhaflığı sezdim. Çığlıklar duyuyordum kulaklarımda. O anda korktuğum oldu.”Sana bir şey söylemem gerek ama çok utanıyorum” dediği anda bir giyotin kesti attı kalbimi ortadan ikiye. Kanlar içinde kalacaktım saniyeler sonra bunun farkındaydım. Kaçınılmaz son gelmişti.”Dur sakın söyleme. Biliyorum ne diyeceğini. Benim yakın bir arkadaşımdan hoşlandığını biliyorum.”Gözlerime baka kaldı hayretler içindeydi. O rahatlamıştı ama anlam veremiyordu aynı zamanda nasıl bilebilirdim ki? Ama ben onu hissedebiliyordum. Tek aklımda kalan telefonuma sarılıp kendimi bir bahaneyle dışarı attığımdı. Ancak olanlar yetmiyormuş gibi şuursuzca aradığım çok yakın birkaç arkadaşıma da ulaşamıyordum. Yalnızdım. En sonunda Ayşe telefonu açtı. Anlattım ama anlatmasaydım beki de daha iyiydi. Çünkü konuşamıyordu. Sesi kesildi ben devamlı ”Şimdi ne yapacağım ?” diyordum. O ise susuyordu. En sonunda git ve anlat her şeyi dedi kurtul bundan. Yapmam gereken belliydi.
Eve bıraktım onu elimde filmleri yağmurda geri döndüm. Zaman işte şimdi durmuştu. Sinirliydim. O yüzden ağlayamıyordum sadece küfür ediyordum o kadar. Kadere Tanrıya evin duvarlarına. Oturup yukarıdaki mailı yazdım ve ona gönderdim. Son konuşmamızda içimde ne varsa ona karşı döktüm ve onunla bir daha görüşmemek üzere bende olan her şeyini sildim tamamen. Sildim aslında yanlış kelime. Çünkü o akşamla beraber içimden bir parça koptu kanlar içinde gitti. Söylediğim son cümle şunun gibi bir şeylerdi.
Senin gibi bir kıza yıllar sonra âşık olduğum için kendimle gurur duyuyorum.
Bana yeniden birini sevebileceğimi kanıtladın sen.
Bir kez daha sana şunu söylemek istiyorum çünkü son kez belki de
“seni çok seviyorum”
Evet, yıllar yıllar sonra bir ilk daha işte.
Bak ağlayabiliyorum yeniden.

Bu ona söylediğim son şey oldu. Hayatıma girdiği için ona teşekkür ediyorum. Sayesinde harika bir şarkı yarattım. Onu asla unutmayacağım. Mavinin her tonundaki ışıltılarını… Günlerce sadece klavyemi çaldım ve becerebildiğim kadar ağladım. Bir şey ya vardır, ya da yoktur…

“Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir.” Nietzche

Yazarken dinledim: Axel Rudi Pell:Forever Angel-The clown is dead-Eyes of the lost / WASP:The İdol / Dream Theater:Finally Free-Space Dye-Vest-Anna Lee / Amorphis:Silent Waters / Blind Guardian & Iced Earth: Fiddler on the Gren – Down Where I am / Iced Earth:A Question of Heaven / Manowar:Master of the Wind / Stratovarius:Coming Home - Years go By - Before the Winter / Steelheart - She's gone

Hiç yorum yok: